22 Mart 2011 Salı

Ixobel çiftliğinde bir gün



Belize’de tanıştığımız dalış tutkunları Honduras’ın Utila adasını çok methettiler. Hiçbirimizin dalış sertifikası yok ama yılın belli zamanında balinaların toplu olarak bu adaların yanından geçtiğini duyunca, gitsek de, deniz üstünden bile olsa görsek balinaları diye düşündük. Ama ne yazık ki geçiş tarihleri 26-27 marta denk geliyormuş her sene... O nedenle güneyde, Guatemala-Honduras sınırındaki meşhur Copan harabelerini gezmeye karar verdik. Ancak Belize’den Copan’a oldukça uzak bir mesafemiz var. En kısa yolun yeniden Guatemala Flores’e geçmek, oradan Rio Dulce ve Guatemala’nın Karayip sahillerindeki birkaç yerleşim yerinden biri olan Livingston’ı ziyaret etmek olduğuna karar verdik. 

Flores ve Rio Dulce arasında Poptun isimli bir kasabada mola verdik. Buradaki Finca Ixobel (Finka İşobel) isimli çiftliğinin güzelliğini önceden duymuştum. Sahibi 20 yıldır Guatemala’da yaşayan bir Amerikalı bayanmış. 300 hektarlık bir alana yayılan bu çiftliği eşiyle birlikte kurmuşlar; ancak 90’ların başında, iç savaş sırasında kocası gerillalar tarafından öldürülmüş. Yine de Poptun’da yaşamaya ve çiftlikle uğraşmaya devam etmiş. Çiftlik hem küçük bir hostel, hem hara, hem de tarım yapılan bir alan. İçinde küçük, tabi bir gölü de var. Ixobel’den ayrıca, civardaki mağaralara tur almak da mümkün. Ama ben mağara seansımı ziyadesiyle Semuc Champey’de tamamladığım için oralı bile olmuyorum. Gelmişken,  ömrümde bir kez de olsa ata bineyim diyorum.
Çiftliğin müdürü İsrailli Erez’le geldiğimiz gün hemen kaynaştık. 3 yıldır Guatemala’da yaşadığını, ailesinin İsraile 40’lı yıllarda İzmir’den göçtüğünü söylüyor. Ailede eski İspanyolca dili olan Ladino konuşulduğundan kısa sürede İspanyolcayı öğrenmiş. Ata binme sevdamdan bahsedince, “Hiç bindin mi daha önce?” diye soruyor.  “Yooo” deyince, “O zaman sana en sakin atı verelim, seyisimiz de size eşlik edecek, meraklanma o sana göz kulak olur” diyor. 

Bana verdikleri beyaz atın adı Muñeco yani oyuncak bebek imiş... Çok sevimli, uysal birşey. Ama gelin görün ki üzerine çıktım, hayvan yürümüyor bile. Varsa yoksa etrafta otlasın, şaşkın şaşkın sağa sola bakınsın. Ben de bilmiyorum ki bu meret nasıl yürütülür. Bizim seyis Roberto ve arkadaşlar önden koptu gitti, ben arkada “beni unutmayın!” diye bağırıyorum. Sonunda baktık böyle olmayacak,  Roberto duruma müdahale etti. Muñeco’nun boynundaki uzun ipten çekiştirmeye başladı. Bir yandan da bana hayvanı nasıl yöneteceğimi anlatmaya çalışıyor.
Roberto önde ben arkada bir saat ormanda yol aldık. Bir saat sonra Muñeco’ya öyle alıştım ki ata binmiş olduğumu unuttum bile. Hayran hayran manzarayı seyrediyorum. Roberto, “Artık biraz tırıs gitmeyi öğren bakalım” deyip, atı nasıl hızlandıracağımı gösterdi. İki saat boyunca Muñeco’mla ormanda ilerledik. Nefis bir tecrübeydi!  

21 Mart 2011 Pazartesi

Memleketim Belize’den manzaralar

                                           Campeche meydanı - Meksika

Meksika’da Palenque harabelerini gezdikten sonra Karayiplere doğru yol almaya başladık. Bu kadar yakınına gelip Karayiplerdeki en güzel sahillere sahip olduğu söylenen Belize’ye geçmeden olmazdı. Meksika’nın güneyinde, Yucatan yarımadasında ilerliyoruz. Aslında bu bölgede çok önemli Maya harabelerinden Chichen Itza, ülkenin dünyaca ünlü tatil beldesi Cancun, Tulum gibi plajlar bulunuyor. Ama çok turistik bir yer olduğu için Cancun tarafına geçmemeye karar verdik. Onun yerine Meksika Körfezi’ndeki Campeche isimli kasabada iki gün konaklıyor, Meksika-Belize sınırındaki Chetumal’e inmeyi planlıyoruz.
Campeche, her ne kadar UNESCO Dünya Mirası şehirlerinden biri olsa da, burada tabiri caizse kuş uçup kervan geçmiyor. Kasabadaki tek turistler biziz sanki. Öylesine güzel, kolonyal bir şehir ki buradan tatil rehberlerinde bahsedilmemesine şaşırıyorum. Şehrin etrafı surlarla çevrili; surların dışına bizim İstanbul’daki sahil yoluna benzeyen geniş bir otoyol inşa etmişler. Sağlı sollu palmiyelerle kaplı. Sahil yolunda aile çay bahçesi benzeri üç beş küçük restoranda, kasabanın sakinleri tacos’larını yiyorlar. Şehrin içi de çok sakin, Meksika’nın kendi halinde bir kasabasında olmak çok hoşumuza gidiyor. 37’nci doğumgünümü de arkadaşlarımın güçlükle bulduklarını söyledikleri içi dondurmalı minik pastamla, sıvaları dökülmüş, tarihi bir han olan hostelimizin bahçesinde kutluyorum. 

Campeche’den Chetumal’e geçmek için 5-6 saatlik bir yolculuk yapıyoruz. Yolda birkaç kere askerler otobüsümüzü durdurup kimlik kontrolü yapıyorlar. Yucatan yarımadasının Karayipler sahilindeki Chetumal’den, güneydeki başkent Belize City ile San Pedro ve Caye Caulker adalarına tekne kalktığını öğreniyoruz. Ertesi sabah şehri hızla turlayıp, Belize’ye geçeceğiz.
Yolda tanıştığımız herkes bizi, Belize’nin Orta Amerika’daki diğer ülkelere göre pahalılığı ve suç oranının yüksekliği konusunda uyarıyor. Bu nedenle daha emniyetli olduğunu öğrendiğimiz adalara doğru yol almaya karar veriyoruz. Daha önce Guatemala Flores’te tanışmış olduğum bir Amerikalı, Belize City’de seyahat ederken öğlen vakti kalabalık bir caddede birilerinin yolda çevirip ağzına silah soktuğunu, üzerinde ne var ne yoksa soyup soğana çevirdiğini, korkudan şehri nasıl terk ettiğini bilemediğini anlatmıştı. Özetle, kaşınmadan Belize City’yi pas geçiyoruz...
Belize’nin kuzeydeki adalarından San Pedro, daha büyük ve turistik olanı. Hani şu Madonna’nın La Isla Bonita şarkısında aşık olduğu ada... Bineceğimiz tekne önce San Pedro’ya, daha sonra Caye Caulker’a uğrayacak. Biz de hangisinde kalacağımıza yolda karar veriririz diyerek Belize Express isimli acentede pasaport işlemlerimizi yaptırıyoruz. Gerçekten de bu coğrafyada sınırı geçmek için verdiğim en yüksek bedeli burada ödedim. İnşallah harcayacağımız paraya değer diye söyleniyorum. 

Gümrük işlemleri için küçücük bir iskeleye stand açmışlar. Efil efil rüzgar estiği için pasaportumu ve makbuzlarımı elimde zor tutuyorum.  Gümrük memuru Türk olduğumu öğrenince dik dik bana bakıyor, “Belize sizden vize istiyor mu acaba?” diye soruyor. “Yok efendim, ben buralara gelmeden önce uzun uzun araştırdım” diyorum. “Eğer vize istiyorlarsa onun için de bir para ödemen lazım çünkü, ben bir yetkili mercileri arayıp soracağım” diyor.  “Buyur tatlım” küstah bakışımla kendimden emin bir şekilde “sorun elbette” diyorum. Buradakilerin derdini anladım ben. Turistleri daha fazla nasıl yolarız mantığındalar. Sükunetle dakikalarca adamın geri gelmesini bekliyorum. Memurun yüzünde yine sert bir ifade var. “İstemiyorlarmış vize” diyor. “E tabi dedim ben size” diye sırıtıyorum.
Polisler iskelede yan yana dizmiş oldukları valizlerimizi köpeklere koklatıyorlar. Sonra bizim deniz otobüslerinin küçük versiyonlarını anımsatan teknemize kuruluyoruz. San Pedro’ya yolculuğun iki saat süreceği söyleniyor. Teknenin içinde duvarlara monte edilmiş koltuklardan başka birşey yok. Tuvalet de yok... sıkışırsanız altınıza edeceksiniz...
Belize sularına girene kadar, yaklaşık bir saat boyunca, müthiş dalgalı bir denizde ceviz kabuğu gibi sallana sallana ilerliyoruz. Görevlilerden biri, teknenin içinde klima falan olmadığı için, teknenin burnundaki küçük buzdolabından bira ve meşrubat çıkarıp “ister misiniz?” diye soruyor. Tuvaletsiz bir teknede bu riski göze alamıyorum. Al yanaklı İngiliz turistlerimiz ise birayı görünce altın bulmuş gibi seviniyorlar. Deniz dalgalı falan ama, ben ömrümde bu renk bir deniz görmedim. Öylesine berrak, öylesine yeşil-mavi, öylesine güzel ki pencereden hülyalara dalmış gibi denizi seyrediyorum. Karayip Denizi ondan böylesine meşhurmuş demek... Sağ yanımıza Belize’nin palmiyeli sahilleri görünmeye başlayınca kara görmüş korsanlar gibi seviniyorum. Manzara gerçekten de muhteşem...
Kaptan, pasaporttan San Pedro’da geçeceğimizi, daha sonra Caye Caulker’a ilerleyeceğimizi söylüyor. Zaten yolda kararımızı vermiştik, San Pedro’da değil, Caye Caulker’da kalacağız. San Pedro’nun ahşap, renkli evleri palmiyelerle çevrili. Önümüzde beyaz kumlarla nefis bir plaj uzanıyor. Yine küçük bir iskeleye yanaşıyoruz; çantalarımızı indirip sıraya diziyorlar. Sırada bekliyorum ama bir yandan da bir an önce kendimi adaya atmak istiyorum. Gözüm plajda reaggae ritimleriyle dans eden Afrika kökenli ada yerlileri ve turistlere takılıyor haliyle... Kafamın içinde La Isla Bonita şarkısı dönüyor: “I fell in love with San Pedroooo!”
Neyse ki sıra bana geldi. Tüm Belizeliler gibi saçları beline kadar uzun ve rasta gümrük memuru hanımefendi, giydiği üniforma ve üzeri taşlarla süslenmiş beş santimlik kırmızı uzun tırnaklarıyla çok absürd görünüyor. Pasaportumu alıp sayfaları karıştırmaya başlıyor. Sonra bir duralayıp bir bana, bir  pasaportuma bakıyor. Başlıyor gülmeye... Anlıyorum ki ismimi gördü. “Seninle tanıştığıma çok memnun oldum Beliz, Belize’ye hoş geldin” diyor. Tabi ki ismime gösterdikleri tepki bununla bitmiyor, içeriden diğer memurlar çağırılıyorlar ki onlar da bu tarihsel ana tanıklık etsinler. Pasaportumun detaylarına bakmıyorlar bile, basıyorlar damgayı. “Hoşgeldin ülkemize, iyi tatiller diliyoruz” diyorlar. Bu sırada durum arkamda sırada duran diğer turistler tarafından da keşfediliyor ve herkes “Ay gerçekten adın Beliz miiiii?” diye neşeleniyor. Bu seramoni dolayısıyla çantama da kimseler bakmıyor, aynen tekneye geri dönüyorum. San Pedro’dan Caye Caulker’a varmamız yarım saat alıyor.
                                           The Split- ayrılma noktası
Caye Caulker, Belize adaları içinde en küçüklerinden biri. 1967 yılında meydana gelen bir kasırga sırasında adanın sığ olan orta bölümü sular altında kalmış. Kuzeyi ve güneyi arasında küçük bir boğaz oluşmuş. Adalılar, akıntının epey güçlü olduğu bu noktaya “The Split” diyorlar. Sanırım hepi topu 50 metre genişliğinde bir boğaz. Araya bir köprü inşa etme ihtiyacını da hissetmemişler. Adanın merkezi güneyde. Kuzeyde yalnızca birkaç ufak ev var. Burada yaşayanlar evlerine teknelerle gidip geliyorlar.
Eskiden bir İngiliz kolonisi olan Belize’de, bu coğrafyadaki diğer ülkelerin tersine birinci dil olarak İngilizce, sonra yerlilerin konuştuğu Croele dili ve üçüncü olarak da İspanyolca konuşuluyor. Paralarının üzerinde hala Kraliçe Elizabeth’in resmi var. Caye Caulker’da da Belize’nin tamamında olduğu gibi nüfusun büyük çoğunluğu, yüzyıllar önce  köle taşıyan gemilerden bir şekilde kaçmayı başarmış olan Afrika kökenlilerden oluşuyor.  Adalar, etrafını saran geniş atoller ve zengin sualtı hayatı ile meşhur. Dalış meraklılarının Karayiplerdeki uğrak yeri bu adalar...
Caye Caulker’a geldiğimiz anda buranın küçük bir cennet olduğunu düşündüm. Bembeyaz kumsallar, palmiyeler ve begonviller, rengarenk ahşap evler, bahçelere asılmış hamaklar... Adaya ayak basar basmaz reaggea müziği karşılıyor bizleri. Önce çok methini duyduğumuz Tina’nın hosteline doğru yöneliyoruz. Maalesef yer yokmuş... biz de kalacak bir yerler bulmak ümidiyle çantalarımızı sırtlayıp adanın içinde dolanmaya başlıyoruz. Haftasonuna denk geldiğimiz için her yer dolu... Güneş batmaya başlayınca yer bulamayacağız diye endişelenmeye başlıyorum. Son tekne adadan ayrıldı ve burası küçücük bir yer. Sağda solda kafası dumanlı rastalar, “halooo ma brada en sistaaa, from anada madaaa” diye ardımızdan bağırıyorlar. Çok ürkütücü görünüyorlar... Bir yandan da rüzgar şiddetini arttırmaya başladı. Öyle ki, artık yürürken zorlanıyorum... Sonunda kasabanın içinde Happy Lobster isimli bir pansiyona oda soruyoruz. “Burada yerimiz yok ama, adanın batı yakasında Split’e yakın bir yerimiz var. Merkeze biraz uzak, bilmem kabul eder misiniz” diyor resepsiyondaki. Şansımız olmadığını bildiğimiz için, tamam diyoruz. Ve sonradan, gündüz gözüyle de etrafa bakınca, adanın en güzel yeri olduğuna kanaat getirdiğimiz Marylin’s Place’te buluyoruz kendimizi.
                                           Caye Caulker'daki evimizAhşaptan beyaz boyalı, su basması tehlikesine karşı tüm ada evlerinin olduğu gibi yüksek sütunların üzerine oturtulmuş, plaja diklemesine uzanan, yan yana dört büyük odadan ve odaların önündeki geniş bir verandadan oluşan bir ev burası. Bahçesinde iki küçük kulübesi var; biri mutfak, diğeri ise duş ve tuvalet. Bahçemizin içinde palmiye ağaçlarımız ve denize doğru asılmış hamaklarımız da var! Bahçeden adımını atar atmaz iki metre ötede deniz ve sahilimizdeki iki tahta iskele... Buraya bayıldık, hemen tuttuk. Odamız da kocaman, ferah ferah...
Sabah uyanır uyanmaz yüzümü yıkamaya  denize koşuyorum. Deniz kenarında pelikanlar ve büyük beyaz kuşlar edalı edalı yürüyor, küçük deniz minareleri topluca kumda ilerliyor. Kuşları rahatsız etmeyeyim diye iskelenin birine yürüyorum. Billur denize bakınca kocaman deniz yıldızları, ömrümde görmediğim çeşit, renk ve güzellikte balıkları görüyorum. Sahilden 10-20 metre açıklıktaki sığ kumluk sularda iki adam bellerine kadar denize girmişler, balık avlıyorlar. Manzara muhteşem... Yüzerken sırıtmaktan ağzımı kapatamadığımı fark ediyorum. Yalnız bir taraftan da, köpekbalığı falan çıkar diye endişe içindeyim. Yanımda kimse yokken fazla açılmayayım diye düşünerek sığ sularda sahile paralel yüzüyorum.
Arkadaşlar da uyanınca adayı keşfe çıkıyoruz. Mevsim dolayısıyla ada doğu tarafından sürekli rüzgar alıyor. Ama akşamki kadar kuvvetli değil. Pansiyonumuz batıda kaldığı için biz rüzgardan hiç etkilenmiyoruz. Split’in tam ucundaki plaja Lazy Lizard (Tembel Kertenkele) isimli bir bar açmışlar. Genelde turistler buradan denize giriyor. Ufak turumuz sırasında anlıyoruz ki, ada kuzeyden güneye uzanan birbirine paralel üç bulvar ve onları enlemesine kesen birkaç küçük sokaktan oluşuyor. En güney uçta, pırpırlı uçakların inip kalktığı, pistine pist demeye bin şahit isteyen bir havaalanı var. Havaalanının biraz daha aşağısında ise bataklıklar uzanıyor. Burada timsahlar olduğunu öğreniyoruz. Ben ilk söylediklerinde, “yok canım, ada burası ne timsahı” falan dedim ama, sonra bizim evin önündeki iskelenin dibinde, suyun içinde kolumun yarısı büyüklüğünde bir timsah yavrusu cesedi görünce kani oldum. Allahtan büyüklerini görmedim hiç...

Adada hiç otomobil bulunmuyor, zaten bütün caddeler de kum... Burada normal arabaların ilerlemesi çok güç... Araç olarak elektrikli golf arabalarıyla bisikletler kullanılıyor. Genelde Çinlilerin işlettiği marketlerin önünde, dizi dizi kiralık bisikletler var. İlk günden hemen birer tane kiralıyoruz. Ben önü sepetli yeşil bir bisiklet kiralıyorum. Caye Caulker’da kaldığımız bir hafta boyunca her yere bisikletimle gidiyorum. Keyfime diyecek yok! Kiralık bisikletimi ayrıca, beni rastaların hışmından koruduğu için de pek sevdim. Gece-gündüz kafaları dumanlı gezen rastalarımız, önlerinden geçen dişi sineğe bile laf atıyorlar. Bizim memleketteki “Yavrum, hepsi senin mi” klişemiz yerine bunlar da, “Haloo baby girl, don’t turn your back on me baby girl, take me with you baby girl” şeklinde laf atıyorlar. Yalnız tabi laf atmakla kalsalar iyi, üzerine doğru hafifçe seyrelme, arkandan yürüme çabaları var. O nedenle ya erkek arkadaşlarımızı yanımızdan ayırmıyoruz, ya da bisikletle vın diye yanlarından geçiveriyoruz.
Adada sıradan bir günüm şöyle geçiyor: Sabah kalkıp denize atlama, kuruyana kadar hamakta biraz daha uyuma, bisikletime atlayıp markete gidip alışveriş yapma, kahvaltı, sonra sabah sporu niyetine yeniden bisiklete binip adayı turlama, geri dönüp yeniden denize girme, bir hamak bir deniz, bir hamak bir deniz... Akşamüzeri Lazy Lizard’a gidip ada sakinleri ve turistlerle kaynaşma, gün batımını izlerken Belizean rom ya da Belikin birası eşliğinde kokonatlı pilav ve conch (bizim deniz minarelerinin devasa olanı... Türkçe adını da bilmiyorum) ziyafeti çekme... Burada hayat gerçekten çok zor...
Tabi aslında dalış sertifikam olaydı, adanın keyfini daha çok çıkarabilirdim. Burası 15-20 metre uzunluğundaki balina köpekbalıkları, mannattee dedikleri dev vatoslar (onlar da 10 küsür metreymiş), nefis mercanlar ve atollerle meşhur. Dalgıçlar her gün adaya ağızları kulaklarında dönüyor, şu hayvanı gördüm bu hayvanı gördüm diye ballandıra ballandıra anlatıyorlar. Biz de biraz olsun sualtı hayatını keşfedebilmek için bir snorkel turu alıyoruz.
İlk durağımız atoller... El Salvadorlu kaptanımız onu sürekli takip etmemizi, gördüğü balıkları dalıp bize işaret edeceğini söylüyor. Kaptanımız önde biz arkasında büyülenmiş gibi deniz dibini ve balıkları izliyoruz. Ömrümde görmediğim canlılar var. Mercanlar da rengarenk... Bir tane beyaz, kaya balığının çok büyüğü, patlak dudaklı kocaman gözlü balık, sanki her yerde beni takip ediyor. Bir ara göz göze bakıştığımıza yemin edebilirim. Biraz sonra yine kaptanın işaret ettiği minik mavi renkli sarı benekli balığa hayranlıkla bakarken, ileride bir başka tekneden inen grupta bir hareketlenme hissediyoruz. Sonra bağırışmalar geliyor. Kafamı suya sokup 5-6 metre ilerideki insanlara bakıyorum. Üzerine saks mavisi bir neopran giymiş yaşlı amca, suda debeleniyor. Dikkatle bakınca kocaman bir yılan balığının göbeğine saldırdığını görüyorum. Dehşetle suyun üzerine çıkıp tekneye geri yüzmeye başladık. Kaptanımız, “İşte bu nedenle beni takip edin ve çok yaklaşmayın hayvanlara diyorum. Üç beş kişi üzerlerine üşüşünce korkup agresifleşiyorlar” diyor.
                                           Kaptanımız köpekbalığı beslerken
Bir saat sonra bir başka yere doğru yön alıyoruz. Çok açıkta olmamıza rağmen burada sular çok sığ. Burada küçük, uysal (!) köpekbalıkları ve stingray’leri görecekmişiz. Şimdi kaptanın anlattıkları ve yılan balığı hadisesinden sonra sıkıysa dal suya! Ben tabi üç buçuk atıyorum ama, bir yandan da “herkes yapıyorsa bu işi madem ben neden yapmayayım” diye kendimi sakinleştirmeye çalışıyorum. Tekne durur durmaz, zaten etrafımızda dolanan kahverengi köpekbalıkları net bir şekilde görülmeye başlandı. Kaptanımız “Ben önce bir girip besleyeyim” şunları deyince hafif bir taşikardi başladı bende. Teknede kimse yiğitliğe bok sürdürmüyor ama sinirlerin gerildiği belli.
                                           Stingray
Sonra denizden seslendi bize, “hadi gelin bakalım suya” diye... Ben tabi balıklar kapacaksa önden girenleri kapsın mantığıyla hemen atmadım kendimi. Baktım ortalık sakin, yüzler neşeli, en sonunda suya daldım. Etrafımız stingray ve köpekbalıklarıyla dolu. Bacaklarımıza sürünerek geçiyorlar. Önce bir içim çekiliyor tabi, sonradan alışıyorum. Kaptan, “dokunmak ister misin?” deyip bir stingray’i kucakladı. Korkakça elimi uzattım. Kadife gibi, yumuşacık... köpekbalıkları da öyle... önce sığ suda yanlarında yürüyoruz, sonra alışıp yüzmeye başlıyorum, kafamı da suya sokup snorkelle izliyorum. Bunu da yaptım ya, nasıl gururlanıyorum kendimle anlatamam...
Üçüncü ve son durağımızda kaptan bizi daha açıklardaki atollere götürdü. Burada kendimiz kafamıza göre dolaşabilirmişiz... Ben bu noktada kafi derecede sualtı dünyasıyla haşır neşir olduğumu düşünerek, teknede kalıp karpuz ve muz yemeye veriyorum kendimi... Kendimiz dolaşacakmışız, ne münasebet!  Snorkelle dalıştan başka hiç bir aktivite yapmadan, tembel tembel yatıyorum Caye Caulker’da. Zaten adada hayat çok zor...
  

8 Mart 2011 Salı

Maya medeniyetinin Meksika durağı: Palenque



San Cristobal'den sonra yönümüzü Meksika'daki meşhur Maya harabelerinin bulunduğu Palenque'ye çevirdik. Beş saatlik bir otobüs yolculuğunun ardından varabildik Palenque'ye. Yol boyunca yine bir sürü askeri barikatla karşılaşıyoruz, birkaç kez otobüsümüzü durdurup gelişigüzel kimlik taraması yapıyorlar. İndiğimizde kasabaya şöyle bir bakıyorum da gözüme çok sevimsiz görünüyor.
Daha önce San Cristobal'de broşürlerini gördüğümüz Yaxkin isimli hosteli aramaya başlıyoruz. Terminalin yanında tezgah kurmuş olan portakal suyu satıcısı kasabanın girişindeki meydana doğru yürümemizi, sonra büyük Maya insanı heykelinin yanından sağa dönmemizi söylüyor.Sırtımızda ağır çantalarla, yapış yapış sıcakta, kazılıp delik deşik olmuş yollarda yürümek tam bir eziyet. Yürüdükçe Palenque'nin daha da sevimsiz olduğunu düşünüyor, etrafımdaki gecekondudan bozma evlere, ağaçsız, çıplak yollara, insan kalabalığına bakıp 'neden geldik ki buraya' diyorum. 
                                           Palenque meydanındaki Maya hükümdarı Pakal anıtı
Garip bir şekilde, heykelden sağa döner dönmez sanki başka bir yerde buluyoruz kendimizi. Sağlı sollu palmiye ağaçlarıyla kaplanmış yollar, bahçe içinde şirin pansiyonlar, küçük oteller çıkıyor karşımıza. Ağaçlar ve sarmaşıklar öylesine ulu ki bir anda gölgede yürümeye başlıyoruz. 500 metre sonra geniş bahçesi ve küçük bungalov evleriyle Yaxkin karşımıza çıkıyor. Odamız da çok geniş; üç kocaman yatak, büyük bir banyo, ortada futbol oynanacak kadar geniş bir alan... Yerleşince resepsiyonun üzerindeki terasa çıkıp birer soğuk bira söylüyoruz. O esnada terasta bir grup turist meditasyon ve yoga dersleri alıyor. 
Yaxkin çok güzel ama kasabadan hiçbirimiz hoşlanmadık. Ertesi gün Maya piramitlerini görüp yola devam etmeye karar veriyoruz.
Kavurucu sıcak hafifleyince akşam yemeği yiyecek bir yer aramaya giriştik. Resepsiyondaki şaşkın bakışlı çocuk bize en yakındaki tacos restoranını tarif etti. Küçücük kasabada gideceğimiz yer çocuğun tarif ettiği kadar karmaşık değildir herhalde diye düşünüyorum. İspanyolcamız mı yeterli değil, çocuğun biraz zekası mı düşük diye kendi aramızda söylene söylene yürüyoruz. Sokakta adres sorduklarımız da çok yardımcı olmuyorlar. Sonunda tacos lokantasını bulduk. Beş altı tane tavuklu tacosu bir solukta mideye indirdim. Bu arada lokantada çalışan garson kız nemrutun teki. Arkadaşların istediği sos ve ketçapları neredeyse kafamıza fırlatacaktı.
Birkaç kişiyle tüm Meksikalıları genellemek istemiyorum ama, San Cristobal’de kaldığımız hostelde tanıştığımız Meksikalı Victor da, çok agresif ve kaba bir adamdı. Guatemalalılar, Meksikalılardan genel olarak hoşlanmazlar. Onları kaba ve agresif bulurlar. Acaba haklılar mı diye düşünmeden edemiyorum. Guatemala’da yolda yürürken yanlışlıkla kolunuza çarpan biri mutlaka pardon der, masadan kalkılınca ‘izninizle’ derler, yolda hiç tanımadığınız insanlar, eğer çok yakınınızdan geçiyor ve sizinle göz temasında bulunuyorlarsa mutlaka “günaydın, iyi günler” diyerek sizi selamlarlar. Meksika’da bunu deneyimlemek ne yazık ki mümkün değil.
Neyse, midemiz dolu bir şekilde odamıza döndük. Arkadaşlar önce terasa dönüp birşeyler içmeyi önerdi; ben de odaya uğrayıp yanlarına geleceğimi söyledim. Odamıza vardığımda, ışığı açar açmaz, sağda duvar kenarındaki yatağın yanında siyah bir kıpırtı gördüm. Nedir diye bakmaya çalışırken siyahlık yatakla duvar arasında kaybolup gitti. Herhalde bir kertenkeledir diye kendimi avutmaya çok da üzerinde durmamaya çalıştım. Yanlarına gittiğimde arkadaşlarım da jungle’da fazla vakit geçirmekten stres yabani hayvanlar konusunda stres küpüne dönüştüğümü iddia ettiler. Sonuçta burası tarantula örümceklerinin, yılanların, timsahların memleketi.... Nasıl bu kadar hafife alıyorlar anlamıyorum...
Belki de biz Türkler çok yabanıl hayattan çok uzakta, çok endişeli tipleriz. Birkaç hafta önce Semuc Champey’de kaldığımız otel odasında, gece yarısı uyandığımda yatağımın bitişik olduğu duvarda kocaman siyah bir örümcek görmüştüm. Yan yatakta uyuyan Amerikalı arkadaşa, “Uyansana! Duvarda kocaman siyah bir örümcek var” diye bağırdım. Arkadaşımın cevabı şu oldu: “Sabah hatırlatsana uyanınca bir fotoğrafını çekeyim...” Sonra istifini bozmadan uyumaya devam etti. Ben de ne yapayım; çektim battaniyeyi kafama tırsa tırsa uyumaya zorladım kendimi.
Odaya döndüğümüzde ben artık bana gülmesinler diye çaktırmadan sağa sola bakınıyorum, odada hiçbir hayvan haşarat göremiyorum. Karaltıyı gördüğüm yatağın sahibi Scott, gülerek kendini yatağa atıp, beş dakikada horlamaya başlıyor.
Sabah her zamanki gibi herkesten erken kalkıyorum. Arkadaşlar uyanmadan gazetelere göz atıp, birşeyler karalıyorum. Öğlene doğru Maya piramitlerine doğru yola çıkacağız. Kahvaltıya çağırmak için odaya geri döndüğümde, kapıyı açmaya çalışırken içeriden “oohhh, what the fuck?!”, “holly shit!” bağırtılarını duyup içeri daldım. Scott uyumadan önce yere attığı şortunu giymeye çalışırken bacağı gıdıklanmış. Bir de bakmış ki kocaman siyah bir akrep bacağında yürüyor! İki koca adam yataklarının üzerinde bas bas bağırıp tepinirken ben belli bir mesafeden, kapıdan doğru onları izleyip kahkahayı basıyorum. “Son gülen iyi gülermiş” atasözümüzü ileriki saatlerde anlatıyorum kendilerine. Onlar 10-15 dakika akreple zorlu bir mücadele veriyorlar. Kalın gezi kitabım “Lonely Planet”ın yardımlarıyla akrep birkaç parçaya bölünüyor.  
Kahvaltı sırasında resepsiyondaki şaşkına “Odamızdan akrep çıktı. Normal mi bu, temizlerken odalara bakmıyor musunuz?” diyecek oluyorum, çocuk şöyle cevap veriyor: “Burası tropikal ormanlık alan hanımefendi. Yüzüm büyüklüğünde örümcekler var bahçemizde, akrep ne demek. Merak etmeyin sokarlarsa hastanede hemen aşı yapılıyor.”
“Akşam şu terastaki meditasyon grubuna katılıp sakinleşmeye çalışacağım” diyorum arkadaşlara, kararımı yerinde buluyorlar. 

Palenque harabelerine gitmek için yine kasabanın meydanına gidip, “collectivo” dedikleri bizim minibüs ya da dolmuşların ayrı bir versiyonu olan araçlara biniyoruz.  Ormanlık alana doğru yirmi dakika kadar ilerledikten sonra, ulusal parkın önünde iniyoruz. Niyetimiz burada bir rehber kiralamak. Bir anda üzerimize satıcılar, rehber ister misiniz diyen yerliler saldırıyor. Sonunda kenarda küçük bir kulübe gözümüze ilişiyor. İçeride hoş bir Meksikalı bayan oturuyor. Kendisi İngilizce rehberlik yapıyormuş. Birlikte parka giriyoruz. 
                           Rehberimizin elindeki bu deri işlemenin aslı diklemesine bir resim. Hükümdar Pakal'ın 9 kat yer ve 13 kat gök arasındaki tanrı konumunu gösteriyormuş. Bazı komploteorisyenleri resme yan bakıp uzay gemisine benzetiyorlarmış... 

Palenque Maya harabeleri, Meksika Yucatan bölgesinin en önemli arkeolojik kalıntılarından biri kabul ediliyor. Buradaki piramitler ve yapılar, klasik dönem Maya kültürünü yansıttığı için önem taşıyorlar. Rehberimizin anlattığına göre MS 800’ler civarında kent, hükümdar Pakal zamanında en görkemli zamanlarını yaşamış.  Buradaki mimari, daha önce Guatemala Tikal’de gördüğümden oldukça farklı. Tikal’deki piramitler çok daha yüksek ve sadeydi. Palenque’dekiler ise daha kısa ama daha çok işlemeye, hiyeroglif ve resimlere sahipler. Palenque harabeleri içerisinde, Pakal ve annesinin mezarlarının bulunduğu piramit, saray kompleksi, yönetim binası, hamamlar ve birkaç büyük tanrıya adanmış olan piramitler ziyarete açılmış.
Hükümet görevlilerinin toplandığı ve önemli kararların alındığı sarayın arkasındaki büyük avlunun etrafına, çevredeki düşman ya da rakip Maya devletlerinden savaş sırasında esir alınan prenslerin resimleri  işlenmiş. Bir gurur tablosuymuş bu onlar için. Ama klasik dönemden önceki dönemlere uzanan Tikal harabelerinin aksine Palenque’de, kurban ritüelleri ya da taşlarına ait kalıntılara rastlamıyoruz. Rehberimizin söylediğine göre Palenque, siyasi karışıklıklar ve kıtlık nedeniyle İspanyollar Orta Amerika’ya varmadan çok önce yıkılmış. 

Ben artık Guatemala sempatizanı olduğumdan mı, Tikal’in beni büyüleyen yağmur ormanları içinde, sık ağaç ve bitki örtüsüyle kaplanmış olmasından mıdır nedir, Palenque’den o kadar etkilenmiyorum.   Oysa çok ihtişamlı, görkemli mimari yapılar bunlar. Hem gün yüzüne çıkarılabilmiş Palenque harabeleri tüm şehrin yalnızca yüzde 10’u imiş. İleride, ormanın daha yoğun olduğu alanlarda bine yakın binanın daha bulunduğu söyleniyor. Ama işte... nerede Tikal’de ormanın içinde yaptığımız 3,5 saatlik yürüyüş, nerede yarım saatlik Palenque turu... Ha bir de siz siz olun, harabeleri gezmeden bir gece önce tacosları çok kaçırıp mideyi bozmayın; kıvranarak tur almak da çok keyifli olmuyor.     

1 Mart 2011 Salı

Zapatistaların başkenti San Cristobal


Aslında niyetim Rio Dulce’den yukarıya Livingston’a çıkıp oradan da Belize’ye geçmekti. Ama iki arkadaşım Antigua’dan San Cristobal’e gideceklerini söyleyince, güney Meksika üzerinden bir  yay çizerek Belize’ye inmeye karar verdim. Güney Meksika’nın batısındaki Chiapas eyaletinin merkezi olan San Cristobal,  deniz seviyesinden iki bin metre yükseklikte, İspanyol konolincilerden kurduğu eski bir şehir.  Chiapas, Maya nüfusunun yaşadığı, ülkenin en yoksul bölgesi. Bu bölge aynı zamanda, 1994 yılında San Cristobal’i bir süreliğine ele geçirerek otonom bölge ilan eden Zapatista (EZLN) gerillalarına ev sahipliği yapıyor. Herhangi bir devlet otoritesini reddeden Zapatistalar, Meksika hükümeti onları tanımasa da Chiapas’ta bazı alanları işgal etmiş durumdalar ve kendi otonom yönetimlerine sahipler. Zapatista destekçileri, yerliler ve pek çok yabancı, San Cristobal’in arabayla 1,5 saat uzağındaki komünlerde, otonom bölgelerde yaşıyorlar.  Bu kadar yakınımdayken Zapatista diyarını ziyaret etmeden olmayacaktı...  

Antigua’dan San Cristobal’e on saatlik yolumuz var. Meksika’da otoyolların daha düzgün, dolayısıyla ulaşımın daha kolay olduğunu duymuştum. Gerçekten de sınırı geçer geçmez yollar iyileşmeye başlıyor. Ama bu sınır da El Salvador sınırından farksız. Tepedeki “Meksika’ya hoşgeldiniz” tabelasını görmesek hudut kapısında mıyız, pazar yerinde miyiz anlamak mümkün değil. Bir kalabalık, bir curcuna... Sınırdan önce sağlı sollu sıralanan dükkanlar, yiyecek/içecek satan sokak satıcıları, sürekli peşimizde dolaşan dövizcilerle burası adeta Mahmutpaşa’yı andırıyor. Ne bir polis, ne bir asker, ne de bir güvenlik görevlisi.... Kimse çantalarımızı da aramıyor; pasaportlarımızı damgalatıp geçiveriyoruz. Bu sınır kapılarını gördükçe Orta Amerika’da uyuşturucu trafiğinin nasıl da kolay yapıldığını daha iyi anlıyor insan. Yalnız Meksika tarafına ilerlemeye başlayınca yollarda birçok askeri barikat olduğunu fark ediyoruz. Arada bizi durduruyorlar; bazen askerler otobüse binip etrafa bir göz atıyor. Ama anladığımız kadarıyla turistlerle değil de yerlilerle daha çok ilgililer. Zapatista avına çıkmış gibi görünüyorlar.
Sınırı geçtikten sonra en çok dikkatimi çeken Meksika’nın, binaları, insanlarının giyim-kuşamı ile Guatemala ya da El Salvador’a göre daha renkli görünüyor olması. Antigua’daki kolonyal evler de rengarenkti ama Meksika’daki renkler çok daha canlı. Çingene pembeler, mora çalan maviler, cart kırmızılar... Öyle ki kiliseler bile bu renk cümbüşünden nasiplerini almış. Tek bir kilisenin yeşil, sarı, mavi ve kırmızı ile boyandığını gördüm. Bu renk cümbüşünü seyrederken turkuaz rengi kocaman bir binaya gözüm takılıyor. Önce tam olarak ne olduğunu anlayamıyorum. Kocaman bir kubbe, kubbenin tepesinde bir yahudi yıldızı, tepelerinde ay olan iki minare ve kapısının üzerinde büyük bir haç. Tam bir dinler mozaiği! Aracımız hızla ilerlediği için ancak girişteki “Tüm Dünya Kilisesi” yazısını seçebiliyorum. Nasıl bir ibadethanedir burası, çok merak ettim doğrusu...
Bu çok renklilik kendini San Cristobal’de de gösteriyor. Şehir aslında evleri ve arnavut kaldırımlı yollarıyla Antigua’nın bir büyük kopyası gibi. Ortasında büyük ana bir meydan, meydana bakan belediye binası, büyük bir kilise, hatta aynı Antigua’da olduğu gibi yan yana dükkanların ve kafelerin sıralandığı kemerli bir bina da var. 



Otobüsten şehrin meydanında indikten sonra Posada Mexico isimli hostelimize yerleşiyoruz. Buradaki diğer tipik evler gibi ortasında bir avlusu, küçük bir havuzu ile çok şirin bir yer. Yerleşir yerleşmez şehri keşfe çıkıyorum. San Cristobal dağların arasında konumlanmış bir şehir olduğu için öğleden sonra üçü geçince hava soğumaya başlıyor. Epey keskin bir ayazı var. Küçük esnaf lokantalarından kokular yükseliyor. İlk gün şehri kabaca turladıktan sonra daha önce burayı ziyaret edenlerden duyduğumuz Los Amigos isimli restoranı aramaya girişiyoruz. Şehrin kuzeyindeki pazar yerinin içinde Honduras sokağındaymış. Burayı bize şiddetle önermelerinin nedeni iki bira alınca yanında bedava yiyeceklerin gelmesiydi. Biraların sayısı arttıkça gelen porsiyonlar hem çoğalıyor hem de büyüyor. Epey bir yol katettikten sonra Honduras sokağını ve Los Amigos’u buluyoruz. Burası sarı plastik masa ve sandalyeleri, rengarenk balonları ve plastik çiçekten süslemeleriyle büyük bir esnaf lokantası.
Meksikalılar bu tipik esnaf lokantalarına cantina diyorlar. Çok şirin bir yer. İçerideki tek turistler bizleriz. Ben biradan pek hoşlanmıyorum ama, arkadaşlarım Scott ve Tim lokantanın ucuzluğu karşısında kendilerini kaybediyorlar. Biralar geldikçe yiyeceklerin sayısı ve çeşidi artıyor. Ben elbette yeme kısmında onlara yardımcı oluyorum. Bizim mezelere benzeyen çeşit çeşit salata, dürüm benzeri tavuklu tacos’lar, burritolar, karidesler geliyor... İki saat kadar amiyane tabirle geberene kadar yiyoruz. Bana iki saatten sonra fenalık basıyor. Arkadaşları cantina’da bırakıp şehir turuma devam ediyorum.
San Cristobal sokakları çok canlı. Her yerden müzik sesleri yükseliyor. Küçük hediyelik dükkanlara bakarken ne kadar çok Zapatista kartpostalı ve fotoğrafı olduğunu görüp şaşırıyorum. Kartların üzerinde ünlü Zapatista sloganları yazıyor: “Burada insanlar yönetir, devlet itaat eder”.  Kitapevlerinden birinde Zapatistalarla ilgili kitapları karştırırken karşıma çıkan yazıyla çok eğleniyorum.  Kitap şöyle diyor:  Zapatistalar 1994 yılında San Cristobal’e gelip şehri istila etti ve bir süreliğine yönetimi ele aldı.  Subkumandan Marcos, o esnada şehirde bulunan turistlere şöyle dedi: ‘Kusura bakmayın sizleri rahatsız etmek istemedik. Ama bu bir devrim.’
Şehirde komünlerden gelen birçok turist olduğunu gözlemliyorum. Bunların çoğu pejmürde kılıklı hipiler. Özellikle hipi kadınlar, sokakların sağında solunda çömelip örgü örüyorlar. Bu kadar çok hipiyi bir arada görmemiştim hiç...  
Üç saat sokaklarda turlayıp kaldığımız pansiyona döndüğümde çocuklar cantina’dan yeni dönüyorlardı. Beş saat orada oturup bira içip, yemek yemişler. Mecrburen akşamı pansiyonda geçiriyoruz. Onlar erkenden sızıyor, ben de ertesi gün buranın meşhur müzesi Na Bolom’a gitmek için hazırlık yapıyorum.
Sabah Scott hala sarhoş... Tim kendini güçlükle yataktan kaldırıp, “Seninle müzeye geleceğim” diyor. Kahvaltı edip yola Na Bolom’a doğru yola çıkıyoruz. Na Bolom, Chiapas’taki Maya Tzotzil dilinde “Jaguar’ın Evi” anlamına geliyormuş. Müze,  1950’lerde Danimarkalı arkeolog Frans Blom ve eşi gazeteci/fotoğrafçı İsviçreli Gertrude Duby tarafından kurulmuş. Meksika’da Maya kültürünün ve el sanatlarının korunması için 1940’lı yıllardan başlayarak önemli çalışmalar yapmışlar. Tzotzil yerlilerini fotoğraflamış, filme almış, yaşam biçimlerini incelemişler. Yağmur ormanlarından topladıkları arkeolojik bulguları koruyabilecek bir yer olmadığı için San Cristobal’de eski bir evi satın alıp 1950’lerde restore etmişler. Müze, Meksikalıların hacienda dedikleri, tipik, kolonyal bir bina. Blom-Duby çifti bu binada hem yaşamış, içinde hem bir müze hem de Mayaların yaşamlarıyla ilgili detaylı bir arşiv ve kütüphane oluşturmuşlar. Müzeyi gezmek zamanda bir yolculuk gibiydi adeta. Mayaların yağmur ormanlarında yaşarken kullandıkları eşyaları incelerken bir yandan da Blom-Duby çiftinin yaşam alanlarını gözlemliyoruz. Müze, çiçeklerle bezenmiş geniş avlusu, minik konser salonu ile bizi büyülüyor. Avluda bir saat keyif yapıp kahvelerimizi yudumladıktan sonra, Scott’ı uyandırmak için pansiyona geri dönüyoruz.


21 Şubat 2011 Pazartesi

Nehirlerden göle, gölden Karayiplere...



Rio Dulce, İspanyolca’da tatlı nehir anlamına geliyor. Izabal gölünün tam ortasındaki bu köy  Guatemala’nın rivierası... Biraz karışık geliyor kulağa biliyorum;  gölün kenarında nehir ismini taşıyan bir köy... Zira Izabal, birkaç nehir kolunun okyanusa ulaşmadan önce birleşerek oluşturduğu büyük bir göl. Bu  gölün Karayiplere uzanan noktası yeniden daralıyor ve Izabal’ı bir tarafı ırmaklara bir tarafı okyanusa açılan bir göl haline getiriyor. Rio Dulce’den sonra, Karayipler kıyısında yer alan Livingston şehri, Guatemala’nın Belize’ye en yakın noktalarından biri. Rio Dulce’den bineceğiniz bir tekneyle Belize’deki adalara ya da aşağıya Honduras’a seyahat etmek mümkün. 
 
Ülkenin zenginlerinin Rio Dulce’de mutlaka bir evi ya da teknesi bulunurmuş. Bir de Amerikalı ve Kanadalı yat sahiplerinin uğrak yeri. Söylediklerine göre, Rio Dulce Karayip sahillerinde yatlar için en güvenli sığınaklardan biriymiş, o nedenle her yer lüks yatlar, katamaranlarla dolu.
Lanquin ve Semuc Champey’den sonra Rio Dulce’ye ulaşmak beş saatimizi aldı. Şoförümüz Rio Dulce’de herhangi bir banka ya da ATM olmadığı için önce Izabal gölünün başladığı nokta olan El Estor kentinde durdurdu bizi. İyi ki de para çekmişiz, Rio Dulce’ye varınca öğrendik ki buralarda kredi kartı kullanmak pek de makbul değil. Hem ülkenin zengin mekanı, hem de kredi kartı kabul edilmiyor... açıkçası ben de anlamadım. 






Rio Dulce’nin ana limanında, önceden methini duyduğumuz ve yer ayırttığımız Casa Perico’dan gelip bizi alacak olan tekneyi beklemeye başladık. Elbette kırk dakikaya yakın bekledikten sonra teknemiz hala gelmemişti. Elbette diyorum, çünkü Orta Amerika’da otobüslerin, teknelerin, kısacası tüm hizmetlerin inanılmaz yavaşlığına alışmanız, aksini beklememeniz gerekiyor. Ama biz Casa Perico’nun sahiplerinin İsviçreli olduklarını öğrendiğimizde belki biraz daha hızlı gelebileceklerini düşünmüştük. Anlaşılan onlar da buranın kültürüne ve iklimine ayak uydurmuşlar. Tropikal sıcakta kırk dakikayı devirdikten artık dayanamayıp hosteli arıyorum. Neyse ki konuşmamızdan 15 dakika sonra bizi almaya geliyorlar. 7-8 kişilik küçük motorlu bir tekneye doluşuyoruz. Gölün etrafı palmiyeler, damları bambu yapraklarıyla örtülü şık evler, masmavi bir gökyüzü ve rengarenk kuşlar bizi selamlıyor. Neredeyse her evin önünde birer ikişer yat olması dikkatimi çekiyor. Üstelik yatlar için yanları açık, tavanı kapalı büyük garajlar da yapmışlar. Biraz komiğime gidiyor açıkçası, görmemişin yatı olmuş diye düşünüyorum. 

Gölün El Gofete bölümüne bağlanmadan önce daralan boğazına yaklaşmadan önce, solumuzda uzanan nehir kollarından birine doğru dalıyoruz. Bu dar kollar ağaçlar ve sarmaşıklarla öylesine kaplı ki neredeyse güneş almıyor. İlerledikçe nehir, bir bataklığa benzemeye başlıyor, üzerinde garip böcekler, ömrümde görmediğim kuşlar, ağaçlara tırmanan kertenkele-iguana benzeri hayvanları görüyoruz. Bu geniş nehir kolundan bir başka küçük kola, oradan başka bir kola daha sapıyoruz ve birkaç dakika içinde karşıda Casa Perico’nun bambu yapraklı damını ve iskelesini görüyoruz. 






İskeleye çıkar çıkmaz Casa Perico’nun ahşap, iki katlı ana binasının, etrafı açık ilk katına ulaşıyoruz. Bu katı çevreleyen taraça birkaç ahşap masa, şemsiyeler, büyük bir bardan oluşuyor. Ana binanın üst katında iki küçük oda ve yatakhane var.  Aslında Casa Perico, nehrin kenarında olmasına rağmen neredeyse bataklık diyebileceğimiz yarı kuru yarı ıslak bir zemine yapılmış. Büyük ahşap direkler, ana binayı çevreleyen birkaç uzun iskeleyi birbirine bağlıyor. İskelelerin sonunda da yine ikişer katlı küçük bungalovlar oda olaak kullanılıyor. Biz birkaç kişi, altlı üstlü bir bungalova yerleştik. 

Benim yerleştiğim oda bungalovun alt katında, önünde kocaman bir taraçası, ahşap masası, sandalyeleri ve renkli bir hamağı var. Odanın önünde ve solundaki pencerelere cam yerine ince bir tel gerilmiş. Yataklarımızın tepesinde de cibinlikler takılmış. Odaya bayılıyorum ama etraftaki börtü böceği düşünmeden de edemiyorum. Neyse ki gelmeden önce önlemimizi aldık, sıtma haplarımızı yutmaya başladık.
Burada göle girip serinlemeye çalışmak pek tekin görünmüyor. Ama dinlenmek, gölde tekne turuna çıkmak, balık tutmak, dinlenmek için mükemmel bir mekan. Nehirde ve mağaralarda boğuştuktan sonra Rio Dulce bize çok sakin ve güzel geliyor. Sabahtan akşama kadar kitap okuyup tembellik ediyoruz. Üçüncü günden sonra “Bari bir gün yüzüne çıkalım, bir tekne turu alıp etrafı görelim” diyoruz.
Rio Dulce’nin en meşhur noktalarından biri olan San Felipe surlarına doğru yola çıkıyoruz. San Felipe, 1500’lü yıllarda Karayip korsanlarından korunmak için inşaa edilmiş. Casa Perico’dan San Felipe’ye ulaşmak için, gölün en yakın iki yakasını birbirine bağlayan büyük köprünün altından geçip El Estor yönüne doğru ilerliyoruz.

Yemyeşil bir burnun ucundaki San Felipe, bizim surların yanında minyatür görünüyor ama mimarisi çok sevimli. Bu burnu ulusal park ilan etmişler. Parkın içinde küçük çay bahçeleri, restoranlar, küçük plajlar ve bir de eski mezarlık bulunuyor.  Surlar öylesine küçük ki bir rehber almaktan vazgeçiyor, elimizdeki borşürleri okuyarak kendi kendimize dolaşıyoruz. Gölün manzarası ve tekneler buradan çok güzel görünüyor. Surlardaki turumuzdan sonra gölde yüzme sevdasıyla plajlara doğru koşuyoruz ama göl burada da çok kirli. Üstelik tam bir halk plajı. Piknik yapanlar, bulaşıklarını sahilde yıkayanlar bizim pijamalı tüplü halkımızı aratmıyor.
Sükut-u hayale uğrayıp bari mezarlıkları gezelim diyoruz.  Doğrusu mezarlıklar ulusal park ve surlardan daha renkli geliyor. Yeniden Casa Perico’ya tembellik yapmaya geri dönüyoruz.